Geçen hafta evde kös kös otururken anamı aradım. “Hazırlık yapıyorum, anneannenlerle kaplıcaya gidiyoruz,” dedi. Amanın nasıl kıskandım, nasıl kıskandım anlatamam. Hayır, bozuk yumurta kokulu kaplıca sularından çok haz etmem ama en azından her anını ezbere sayabileceğim günlük rutinden dışarı çıkma fikri bile çok heyecan vericiydi. Annemden elbette bir davet almadım. Kadıncağız anası, babası ve bacısıyla dinlenmeye gidiyor, ben gelirsem başına neler gelebileceğini biliyor tabi. Telefonu kapatınca teyzemi aradım. Sırf laf olsun diye “Oleeeeyyy ben de geliyoruuuuum” diye bağırdım. Aman teyzem bir sevindi, bir sevindi, anlatamam. “Keşke başka bir şey dileseydim” dedi. Canım teyzem ne varsa onda var hehe. Tatillerine iki bebemle katılmama sevinebileceğine pek inanamadım. “Harbiden gelsem sevinir miydiniz” dedim. Meğersem hepsi de benim gelmemi istiyormuş, ama çocuklarla zor olur diye teklif edememişler! Aman bir heveslendim. Hemen anamı geri aradım, biz de gelelim mi diye. Hımm humm dedi, dur bir bakalım, yer var mı falan yaptı. Normal şartlarda gurur yapar, “Vay istenmediğim yerde işim ne!” diye kapris yaparak hayatta adımımı atmazdım ama iki bebeyle bende yüz müz kalmadı. Zorla kendimi davet ettirdiğim kaplıca tatiline inanılmaz bir dalış yaptım.
Bir anda kendimi valiz hazırlarken buldum. “Ayy zor olacak, nasıl gideceksin” falan diyenlere “Ne zoru canım, bebelerimin bir yaramazlığı yok. Onlara da değişiklik olur. Çok sıkıldı yavrucaklar” dedim. Sonuçta ertesi gün herkesten önce iki zırlak bebem, dört valizim, dizüstü bilgisayarım (altı üstü ayda bir hafta çalışıyorum, o da bu haftaya denk geldi iyi mi) ikiz arabam, dışarı sarkmış dilim, yamulmuş omurgam ile İDO iskelesindeydim. Dedem yorgunluğun adını tatil koymuşlar der. Haklı valla. Karmaşa, bağırış çağırış, zırıltı, yorgunluk dolu bir haftanın sonunda dün akşam eve dönüş yaptım.
Açıkçası beklediğimden çok daha güzel bir tatildi. Bebelerim büyümüş harbi ya. Gerçi benimle gelen sevgili anamın, teyzemin, dedemin, anneannemin yeni bir tatile ihtiyacı var ama ben epey dinlendiğimi söyleyebilirim. Bir hafta boyunca ağzım kulaklarımda gezdim. Ağzımı ayırıp sağa sola baktım. Bir an kendimi tekrar insan gibi hissettim. Meğersem ne çok şeyi özlemişim hayatta:
- Sabah güneşle birlikte, bir zırıltı eşliğinde saçım yolunurken yanan kırmızı gözlerimi zorla açıp yataktan çıkmak zorunda olmamayı nasıl özlemişim. (Bu durumda tahmin ettiğiniz gibi yataktan çıkmak zorunda olan zavallı anacığımdı. Olsun o evde hep uyuyor hehehe)
- Sabah kalkar kalkmaz ilk soluduğum şeyin b.klu bez kokusu olmamasını nasıl özlemişim. (Evet, evet, altlarını sabahları annem değişiyordu. Hatta günün bilumum saatlerinde değişen de annemdi.)
- Yatakta sabah keyfi yapmayı nasıl özlemişim. (Bebelerim her beş dakikada bir anneaaa diyerek kapıma dayansa da, kapının önünde odadan çıkayım ya da kapıyı açayım diye zırıltılı bir oturma eylemi yapsalar da, zırıltılarını en alt düzeyde duymak için kafama üst üste yastıkları koyarak boğulma tehlikesi atlatsam da yatakta olmak güzeldi valla.)
- Her ne kadar ilk başta ellerimi, kollarımı nereye koyacağımı şaşırsam da, en sonunda rastgele sallamayı akıl etsem de, elimi kolumu sallayarak, bebelersiz sokağa çıkmayı nasıl özlemişim.
- Sokakta sağa sola koşmadan, yol üzerindeki her suya girip çıkmadan, her eşikten atlamadan, her kedinin peşinde koşmadan, her köpekten kaçmadan, bağırıp çağırmadan, yerde yatmaya karar veren bir bebeyi sürüklemek zorunda kalmadan, her parka koşup kaydırağa tırmanmadan, yeri gelince ikiz arabasını sırtlamak zorunda kalmadan, bebeler arabalarında otursun diye dil dökmeden yürümeyi –sadece yürümeyi- nasıl da özlemişim.
- Gündüz vakti televizyonu açıp, bin kere izlediğim saçma sapan bir Türk filmi görüp ilk defa izliyormuş gibi ağzımı ayırarak bakmayı ne kadar özlemişim. (Evet, yine şansıma Orhan Gencebay filmi denk geldi. Ediz Hun, Hülya Koçyiğit’i tercih ederdim ama olsun, zaten on dakika bakabildim.)
- Bebeler gittiğimi çakıp da peşime düşmesinler diye dedektif gibi bir oraya bir buraya saklanarak tuvalet kapısından içeri kendimi atmak zorunda kalmadan tuvalete gidebilmeyi ne kadar özlemişim.
- Bir fırsat bulup koşarak girip sadece ıslanarak çıktığım banyoda normal insanlar gibi suya sabuna dokunarak yıkanabilmeyi nasıl özlemişim.
- Bin kere kalkıp oturmadan, tabağımdaki yemeği soğutmadan, kucağıma bir bebe tırmanmadan, onu gören öbür bebe de üzerime tırmanmaya çalışmadan, çatalımı, kaşığımı bebelerin ellerinden almaya uğraşmadan, lokmalar boğazıma dizilmeden, bebelerin ağzından çıkanı yemek zorunda kalmadan yemek yemeği nasıl özlemişim. (Altı üstü bir kere yedim ama tadı damağımda kaldı valla)
- Akşamleyin evdekilerle birlikte dizi bakmayı nasıl özlemişim. (Bu arada diziler ne kadar çok değişmiş. Yaprak Dökümü bile bitmiş. İnanamadım!)
Kısacası normal bir insan gibi yaşamayı çok özlemişim. Ama fark ettim ki normallik de insana kabak tadı veriyor. Altı üstü sabah kendin uyanıp, yemek yiyip, sokak gezip, ağzını ayırarak TV izlemek. Aaamaaan otuz sene yaptım da ne oldu. Tamam biraz özlemiş olabilirim ama bu tatil sonunda şunu anladım ki hiçbir şeyi bebelerimin b.klu bez kokularına değiştirmem. İyi ki varsınız bıdıklar, hayatımın neşeleri.
annelik=psikopatlık :)))
O kadar iyi anlıyorum ki bende benzer bir durumda aynı şeyleri hissetmiştim.Annemin bana anne olunca anlarsın dediği durumun özeti bu sanırım.
Ya sen bizim evi mi gözetliyosun bakiyim??!!!
🙂 ben de senin yazilarini okurken ayni seyi dusunuyorum:)
İşte mutlu son. 🙂 Ben de kendi kendime hep psikopatmıyım derdim. 🙂 Hayatta deli mutlu keyif alacağım ne olursa olsun yanımda hep oğlum olsun derim. 🙂 Allah eksikliklerini göstermesin. Bakalım ikizler gelince de aynı fikirde olabilecek miyim? 😀
amin amin. ikizler de gelince epey geniş bir hareket kitlen olacak. allah yardım etsin:)
bunun adı işte annelik olsa gerek
Supersin.. annelik=psikopatlik yorumuna da katılıyorum 😀 ne mutlu bizim gibi psikopatlara